Kızları Kız Gibi Erkekleri Erkek Gibi Yetiştirmek

kelimeleri biraz sağdan, az soldan, hadi aşağı, olmadı yukarı, bir ordan, bir burdan kesemeyeceğimiz bir inanç, bir referans var elimizde;
“Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık…”
| Hucurât,13

Kızları Kız Gibi Erkekleri Erkek Gibi Yetiştirmek de; kadın ve erkeği kendi yaratılışından uzaklaştırmadan yetiştirmenin mümkün olduğu inancıyla yazılmış. Küçük yaşlardan itibaren fıtratına sâdık kalınarak büyütülen çocukların ruh sağlığı açısından daha avantajlı olduğunu dile getiriyor Banu Yaşar.
Artık 21.yy’da herşeyde olduğu gibi iki gruba bölünmüş durumdayız. Ben insan neslinin korunması, aile düzenin devam etmesi ve kadîm değerlerin aktarılması için bu sorumluluğu almaya, paylaşmaya, bildirmeye niyet ettim. Banu Hanım’ın da dediği gibi “herşeyi genetiğe bağlama çabası, insanı sorumluluk alan ve davranışlarının sorumluluğunu taşıyan bir varlık olma boyutundan çıkarmaktadır.”
Evet babalar! Annelerin sütü var, bizde yok diye yan gelip yattınız ama biz bu defteri kapattık 🙂 siz de kendinize sorumluluk alan bir defter alınız, tek başınıza çocuğunuzla vakit geçirmenin yollarını arayınız. Sevgili duygusal analar, siz de lütfen babalara alan açınız.

“Baba çocuk ilişkisinde sınır koyma ve kuralların yanı sıra ilgi, şefkat, yakınlık da önemlidir. Baba bağırmadan, aşağılamadan da gücünü ve otoritesini hissettirebilir. Dengeli duruşuyla çocuğa güven verir. Hem güçlü hem de sevgi dolu olmak aynı zamanda şefkatini hissettirmek babanın en büyük mahareti olacaktır.

Çocuk anne ya da babasıyla özdeşim kurarak onlara benzemeye çalışır. Bilinç dışı yapılan bu özenme ve taklitler sayesinde çocuğun cinsel kimliği olgunlaşır. Erkek çocuk babasına, kız çocuk annesine benzemek için çaba sarf eder.

Çocuğun kendi cinsel kimliğine uygun bir şekilde yetiştirilmesinde babanın rolü çok büyüktür. Bu durum hem kız hem de erkek çocuk için geçerlidir.

Aynı zamanda çocukların karşı cins gibi davranmaları beklenmemeli ve bu davranış desteklenmemelidir. Örneğin, ‘aferin erkek gibi kız’ ya da ‘kız gibi uslu oğlan’ gibi yakıştırmalardan uzak durulmalıdır.”

Çocukla Kainatı Okumak

Prof. Dr. İbrahim Canan Hz. Peygamberin Sünnetinde Terbiye isimli kitabında; sürekli dilimize pelesenk olmuş, çocuklara bilgisayar harddiski gözüyle bakmamıza sebep, içi boş bir kavramdan bahsediyor. EĞİTİM.
Yenidoğan bir bebeğe dahi ne öğretebilirim gözüyle bakmamıza sebep olan bu eğreti kelimenin aslının ne olduğuna ve bu kelimeyi dimağlarımızdan nasıl def edebiliriz, yerine ne koyabiliriz bunun üzerinde düşünmek istiyorum.
[ Terbiye lügat yönünden, bir şeye neşv ü nema vermek, büyültmek, yükseltmek manalarına gelir. Fransızcada karşılığı élévation ve education’dur ki bunlar da kök manalarıyla yükseltmek, yetiştirmek manalarına gelir. Şu halde Türkçemizde terbiyenin yerine konulmaya çalışılan eğitim, bunu tam olarak karşılamaktan bir hayli uzaktır.
Çünkü Hebart için Eğitim ‘ çocuk ruhunu uyarmak, onu kendimize boyun eğdirmek ve vaktinden önce, gelecek yılların endişeleri içine sokmak için güven ve sevgi bağlarını zorla kabul ettirerek huzuru bozma sanatıdır. Bu sanat herhalde dünyadaki sanatların içinde en çok nefret edileni olmaktadır’ der.
O halde terbiyeyi veciz bir ifade ile “Teraküm eden, biriken beşer kültürünü yeni nesillere aktarma ve doğuştan getirdiği kapasitelerini inkişaf ettirme faaliyeti’ şeklinde ifade edebiliriz.
Ayrıca Rousseau çocukların, insanların müdahalesinden uzak olarak, tabiata göre yetişmesini teklif eder.” Çocuğu eşyadan gelen tesirlere tâbi bırakınız, o zaman terbiyesini inkişafında tabiî nizâmı takip etmiş olursunuz.” “Tabiat, çocukların adam olmazdan evvel ÇOCUK olanlarını istiyor. Eğer biz bu nizamı bozmak istersek meyvesiz meyveler yetiştirmiş oluruz ki ham, tatsız olacakları için, derhal bozulmakta gecikmeyecektir. Biz de genç doktorlarla ihtiyar çocuklar yetiştirmiş oluruz” diyor. ]
Çocuğun yaşamasına ve etrafındaki kişileri yeniden yaşatmasına imkan tanımayan hayata yabancı, öğretmenin bilgi okuluna çocuğu hazırlamak kaçınmamız gereken en asli görev olmalı. Çocuğu anlamak, çocukla derinleşmek gerekir. Çocuğun eşyaya, bitkiye, toprağa, suya, hayvanlara ve diğer canlılara gösterdiği ilgi ve heyecanı kendi içimizde tekrar duyumsamaya vesile olarak görmeliyiz.

Kumkurdu

İnsan, yaratılış itibariyle nisyanla harmanlanmış. Unutuyor, unutmak zorunda ama hatırlayabilir, hatırlamak zorunda.
Richard Louv, Doğadaki Son Çocuk kitabında şöyle diyor; “Bir çocuk, doğuştan gelen hayranlık duygusunu canlı tutmak için bunu paylaşabilecek en az bir yetişkinin refakatine, yaşadığımız dünyanın sevincini, heyecanını ve gizemini onunla birlikte yeniden keşfetmeye ihtiyaç duyar”

Yaprak arasına saklanmış ateş böceği seni heyecanlandırmıyor olmayabilir, ağırlığının mislince ağzında taşıdığı ekmek kırıntısıyla ayak ucundaki karıncayı görmüyor olabilirsin, kanadı kırık yada son nefesini cama çarparak veren bir kuş kalbini hüzne boğmuyor olabilir ama biri için… Öyleyse hatırlamak için Zackarina’yı dinle. Çünkü Zackarina benim, sensin, çocukluğumuz. Geçmişin üzerini yeniden üflemek için kulak ver Kumkurdu’na, çünkü hakikaten ‘Çocukların bakış açısından büyüklerin ahmaklığını ve doğanın sırlarını felsefi bir derinlikle, şiirsel ama anlaşılır bir dille’ anlatıyor Asa Lind.

“Babası mutfaktan çıktı, “Haydi öptüm” diye seslenip dış kapıyı kapadı. Arabayı çalıştırıp yola koyuldu.
Bir sessizlik çöktü etrafa.
Zackarina bunu hemen fark etti; tuhaf bir sessizlikti. Tanımadığı bir sessizlik, tanımadığı bir ıssızlık. Böyle bi şeyi ilk defa hissediyordu. Evde ilk defa yalnız başına
kalıyor, ev ona ilk defa bu kadar boş geliyordu. Kısa bir süre, diye düşündü. Babası birazdan gelirdi. Ama düşünmeden duramıyordu. Evin ıssızlığı kafasına yerleşmişti bir kere. Kulaklarında bir boşluk uğulduyordu. Mutfak birdenbire çok değişmişti. Sanki hiç bilmediği bir yerdi. Hatta sesler bile yabancıydı. Damlayan musluk, homurdanıp susan buzdolabı. Sonra fırın! Siyah, düğme gözlerini Zackarina’ya dikmiş, dört köşeli ağzını kocaman açmıştı. Zackarina bir yapboz parçası daha aldı. Evirip çevirdi.
Musluk damladı.
Buzdolabı tıkırdadı.
Merdiven gıcırdadı.”

Ağzı Var Dili Yok Şehrazat

“ Meral’li bir hatıra için açılan paragrafa tutunacağım hemen. Ama annem üsteleyecek: ‘O kadar okudun. Sabahlara kadar çize çize belin kırıldı. Yağmurda karda az mı bekledin otobüs duraklarında! Ama ne oldu? Peynirciye gelin oldun.’ “

Babam O Yağmurlu Günü Hiç Unutmuyor öyküsünden bir kesit, hayatımın iki yıllık özeti ve daimi işiteceğim sözlerin bir benzeri…

Bir kitap okudum; ağzı var dili yok şehrazat. Bu kitabı tekrar okudum ve büyüyünce Kutlu olmaktan vazgeçip Cihan Aktaş olmak istedim. Her bir öykünün tadı damağımda kalsa da kitaba ismini veren öykü başkaydı, bambaşka.

“Hele bu üzüm kokulu şehir öyle şeyler sunuyordu ki insana, susup da dinlememek elinde olmuyordu. Nereye giderse gitsin gözlüyor, bakışlarıyla her şeyi içine çekiyordu. Tuhaftır, gittiği yerlerde birileriyle tanıştırıldığında insanlar şaşkınlık gösteriyorlardı önce. ‘’Aaa, Şehrazat bu mu? Biz de onu şen şakrak, konuştukça ağzından bal akan bir gelin sanıyorduk’ diye düşündüklerini, az konuşmasını hastalıklı bir belirtiymiş gibi yadırgadıklarını hissettiriyorlardı bir şekilde. Niye şen şakrak, konuşmaya başlayınca kurtların kuşların bile dinlemeye koşacağı, çok bilen, güzel söyleyen, gelmişten geçmişten inciler anlatarak yere göğe dinlettiren, ortalığı yatıştıracak, düşmanları barıştıracak, kavga edenleri ayıracak, davalıları uzlaştıracak bir gelin olarak tasavvur edildiği üzerine düşündükçe, bazı kesin olmayan, insana gülünç ve saçma gelen sonuçlara varıyordu varmasına. Yine de yeni tanıştırmalardan sonra etrafa yayılan o hayal kırıklığı havasını affettirmiyordu hiçbir tahmini sebep. Akşam kendine ayrılan odaya çekildiğinde bütün gün neler gördüyse bir bir değerlendirdikten sonra, bazen çok konuştuğu, bazen de az konuştuğu için pişmanlıklar kaplıyordu. Bu değerlendirmeleri genellikle kendine suçlamalar yönetmesiyle neticeleniyordu.’’